Ellerim kollarım, yara bere içinde, göğsümde bir kabarıklık. Çünkü Küçük Prens gibi hiçbir dut ağacına benzemeyen bir ağacım var.
“Sizin dünyada insanlar,” dedi Küçük Prens, “bir bahçede beş bin gül yetiştiriyorlar; yine de aradıklarını bulamıyorlar.”
“Bulamıyorlar.” dedim.
“Oysa aradıkları tek bir gülde, bir damla suda olabilir.”
“Doğru,” dedim.
Küçük Prens ekledi:
“Ama gözler kördür. İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu bulabilir.”
Eskiler doğan her çocukları için birer ağaç dikerlermiş. Dünyanın bağrına bir çocuk tutuşturur gibi her çocuk için bir ağaç. Benim için dut ağacı dikilmiş. Onunla daha okula başlayıp içimdeki tanrıyı ve dili asimile etmeden çokça sohbet edip arkadaşlık kurdum. Bu dostluk sayesinde ben de sevdiklerim için aklıma ve içime birer ağaç dikiyordum. Teyzem incir ağacıydı çünkü bana yıllarca kocaman gelen ama sonra gidip ziyaret edince kocaman olmadığını fark ettiğim bahçesinde incir ağacı vardı. Dayım nar ağacıydı, anneme oğlunu evlendirdiği düğünde, narçiçeği süslü kumaş hediye etmişti, en yakın arkadaşım kavak, Zenno ise Greyfut’tu. Ablam elma ağacı, Cemile hoca “palmiye” . Dut ağacının tam yanı başından geçtim. Evlatlarını unutmuş bunak bir anne gibi uzaktan uzağa bakındım. Nar ağacına doğru gittim. Hangi şehirden bahsedilse o şehre bıraktığı anısı ve yükü olan o adama. Odasına kimseyi almıyorlardı, yanına gittim. Lavabodan çıktı, zar zor ayakta duruyordu. Gözlerindeki o ışığı yoktu. Yine de sevindi beni gördüğüne. Zayıflamış, yüzü küçülmüş. Saçlarındaki beyazlar daha da artmış. Gür sesi vardı. Bize geldiğinde herkes onun geldiğini anlardı, sesinin desibeli oldukça yüksekti. Sürekli şalvarlı ve ayakkabılarının ökçesi kırık olurdu. Ayaklarındaki ve ellerindeki çatlakları madalya gibi taşıyan adamlardandı. Tüm şehirlere kamyon kamyon anı taşımıştı. Çocukluğum onun kamyonunu görüp hayaller kurmakla geçti. Büyük şehirleri birbirine bağlayan ve sırf yol sayesinde gelişen bir ilçenin çocuğuydum. Yol kenarında bir bakkalda İranlıların geçişini ve bize gelip o zaman farkında olmasam da garip Namaz kılışlarını hatırlıyorum. Baharları o yol kenarında çingenelerin yaylalara çıkmak için kullandıklarını ve at sürülerinin geçişini unutmam. Çingene sürülerindeki atların, rüzgâra âşık tavırları, rengârenk giyinmiş burunlarında hızma yüzlerine deq (ilkel döğme) işlemiş çingene kızlarını… En çok insanların gitmelerine anlam veremiyordum. O gider ve gelirdi. İnsanlar sevdiklerini ektikleri yerleri bırakıp nasıl gider? O gelirdi, yükünü bırakır ve gelirdi.
Kamyonu, maharetini göstermeye çalışan yeni gelin gibi gürültülü gürültülü mahalleye girerdi. Bolca gülümseyiş getirirdi, kırık ökçesiyle cümle âleme seslenir gibi seslenirdi. Şimdi aklımın beyaz perdesinde geçen anılardaki adam eriyip gitmişti, sesi kısılmıştı. Yatağa uzandı. Gözlerini kapattı, rahatsız etmemek için çıktık koridorlardan dışarıya, hastahane koridorları umutsuzluk kokuyor. Alıp şu umutsuzluğu kısırlaştırmalı. Kantinde çay içip biraz konuştuk. ”Nar istedi” geçen dedi. Nereden aklına geldiyse, aradık taradık bulduk. Nar! Çıktım hastahaneden durağa kadar yürüdüm, uzakta gölgesi ve kendisinden başka kimsesi olamayan bir ağacın fotoğrafını çektim. Kenarına Kiarüstemi’nin “..ama elbette ki yalnız bir ağaç, birkaç tane ağaçtan daha ağaçtır.” Yazıp paylaştım. Birkaç hafta sonra ömrünü yüklerin altına girerek geçirmiş adamın, yükünün altına girdik. Kaldıramadık, toprağa ektik…

İbrahim Tekpınar

Misafir Yazar

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Cevap Yazın