Yağmur başladı, içi sıkılıyordu. ‘Keşke dışarı çıkmak için üstümüzü değiştirmek zorunda olmasaydık’ dedi. Güldü arkadaşı. Dolabına baktı ve bir şeyler giyindi. Cüzdanını kontrol etti, dışarı çıktı. Gözlerini kapadı. Anın derinliğinde kaybolmak ve buharlaşmak istedi. Teninde yağmur damlalarını hissediyordu. Üç yol vardı ve o daima yokuş aşağı yürümeyi seçerdi. Yokuşun başından deniz görünürdü. Bir önceki gün sabaha karşı bu yokuşun başında lacivert gökyüzünü seyretmişti. Şimdi salına salına yürüyordu. Şimdi ahşap bir evle karşılaştı. Neler yaşanmış olabilirdi, düşündü. Bir beton ve bir ahşabın ne farkı olabilirdi? Ahşabın içine sığan betonun içine de sığmaz mıydı? Çiçek gördüğü eve aşık olan bu kız için normal değildi bu ayrım. Daha önce girmediği bir sokakta buldu kendini, keşfe soyundu. Buralarda her sokak başlı başına bir ülke gibiydi. Birbirinden habersizce yaşayan insanların bakışları bir anda kıza takılmaya başladı. Korktuğunu sonra anladı kız ve biraz daha dik yürümeye başladı. Köpekler kendilerinden korkan insanlara saldırır diye duymuştu. Bu sıralar bazı insanlar hayvanlardan farksız davranıyordu. Hızlıca yürürken kendini sahil taraflarında buldu, bir banka attı kendini. Otururken dönüş saatini hesaplamak onun her zaman canını sıkardı. Zamanı dikkate aldığımız hangi an samimidir diye düşündü. Saatlerce bir bankta oturabilir ve saatlerce aynı şey zihnini meşgul edebilirdi. Bazen insan kendini bile bile kuyunun dibine atmak ister, karanlık onu keyiflendirir. Film, müzik ve kitap anlayışı kuyunun dibinde bir anda değişir. Bu kızın anlamlandıramadığı ise kuyunun dibinde ve dışında farklı bir insan olduğuydu. Bundan kurtulmak istiyordu ama bu müdahale edebileceği bir durum değil gibiydi. Neyse dedi, sürekli neyse derdi. Zihninde açtığı konular hiç bitmezdi çünkü. Telefonuna baktı, sosyal medyadaki zaman akışında insanların sürekli olarak, insanların samimiyetsizliğinden yakındığı, bu dünyada kendilerinin anlaşılmaz olduğu temelli paylaşımlarını okudu. Bazılarının kalbi paslanmıştı, hep yadırgayan, eleştiren olmuşlardı. İçli bir ah dedi, karşıki dağlar titremedi. Sesi kendineydi. Kalktı ve kahve arkadaşı düşündü kendine, rehberine baktı. Böyle bazı anları olurdu. Kahveye sözleştiği bir iki arkadaşı vardı aslında ama o rutin olarak aynı kişileri arardı. Çünkü insan tez yorulan bir varlıktı. Eskittiği şeyleri tekrar anlatmak onu yoracaktı ya da karşısındakinin anlattıkları. Sultanahmet’e geçti, sakin bir akşamdı. Karşısında maktul İbrahim’in sarayı duruyordu. Bizans’tan Osmanlı’ya kadar şu meydanı düşündü, sütunları ve mirası, var olma çabasını. Yanına aldığı dergiye başladı. Dergi okumayı her zaman daha çok severdi. Dergiler gençlerin azmi ve başarısıydı. Aynı zamanda görünme kaygısıydı da. Bilmem, belki de değildir. Cemal Süreya şiirleri belirdi zihninde. Sonra aşk doğdu, fakat başka bir şairin şu mısralarıyla; “Ellerin, ellerin ve parmakların, bir nar çiçeğini eziyor gibi.” Bunu yazan parmaklar öpülesiydi. Duruldu zihni, ruhunu daha güzelleşmiş buldu. Ve şimdi yuvaya dönme vakti. Yalnızken sakin bu kız birkaç adımdan sonra başka biri olacaktı ve bu onun kontrolünde değildi. Hoşuna da gidiyordu. Tüm duyguları her zerresiyle yaşamak bir lükstür. O buna sahipti. Şimdi şakalar savurup dans ediyordu. Ranzasına yattı ve bugüne dair hiçbir şey düşünmeden uykuya daldı, uykuya sarıldı.

Güzel bir yüzdü, çizgileriyle tanışana dek. Öyküsü öylesine sarstı ki kızı, artık cıvıl cıvıl gülümsemelerinin ardındaki volkanları görüyordu. Bizi doyurmayan şeyler seçmediklerimizi hatırlatır dedi. Kız bir rüyanın devamıymış gibi bu düşüncelerle uyandı. Yatağında sessizce geçirdiği bu vakitler pek çok şeyden değerliydi.

Artık kelimelerimiz doğuracaktır fikirlerimizi. Konuşmak kelime israfı. Sözü kanatlandırıyoruz ama kalem tasarrufu getiriyor. Yazarken düşünüp, okurken çözümlemek.. Genç kız sanki o gece üç dört geceyi bir arada yaşadı. Artık duygularının uçluğundan yoruluyordu. İstiyordu ki şimdi, yalnızca insanlar o istediğin zaman konuşsun kendisiyle. Ve şimdi tüm dünya susmalıydı. Yalnızca bunun için en önemli işini bırakıp yatağa uzanabilir, ya da deniz kenarında bir banka oturabilirdi. Uyandı. Uykuya daldığı anı düşündü, o ince çizgiyi yaşarken kendini merak etti. Herkes derse gitmişti ve o yine uykusuna yenik huzurlu bir hâlde yatıyordu. Bir gözü açık telefonu eline aldı. Arkadaşlarıyla yazışıp fırladı ranzadan. Bugünü kendine verdi. Çamaşırlarını yıkayacak, dolabını düzenleyecek ve bile isteye depresyona girecekti. Aşağı indi, haylaz kedilerin karşısında göz yumurtasını yedi. Bahçenin kenarında terkedilmiş bir konak vardı. Yurda ilk geldiği günden beri her görüşünde bu konakta yaşanabilecek olayların bir hayalini kurardı. Ona göre bu konakta 1900’lü yılların sonunda yüksek bir devlet memuru oturuyordu. Ülkenin karamsar hâli onun evine daima geç dönmesine sebep olurdu. Eşi tam bir İstanbul hanımefendisi, yalnızca mahallenin değil tüm İstanbul’un dilindeydi. Öyle güzel tambur çalardı ki bir müddet sonra beyefendi bu güzel hanıma Erenköy civarında bahçeli, etrafı tenha bir konak tutmak zorunda kalmıştı. Bu heybetli konakta bu heybetli adamın yanında bu naif hanım, ruhunun zapt edilemez yanlarını adeta yoldaşı olmuş bu tamburla meydana çıkarıyordu. O akşam Bâb-ı âli oldukça karışıktı. Tahir bey aklının bir tarafında güzel hanımı, bir tarafında devlet meselelerinin içten çıkılmaz hâliyle müşkül vaziyetteydi. Yalnızlıktan yakınmayan Munise hanım acaba ona bir evlat verebilecek miydi? Bu konu yalnızca bir kez konuşuldu ve daha sonra hiç açılmadı. Bu konuşma Tahir Bey’in kalbini alıp da boğazın azgın sularında boğulmaya mahkum etmişti sanki. Munise hanım diyordu ki insan, önce kendini bulmalıydı. Tahir Bey’i bu konuda eksik görmüş ve daha kendini tanımlamamış bir insanın yeni bir varlığı nasıl tanımlayabileceğini söylüyor bunu anlamsız buluyordu. Peki Tahir Bey’in kendini bulamadığı kanısına nasıl varmıştı Tahir Bey’den on iki yaş küçük Munise hanım? Onlar evlendiğinde beyefendi 32 hanımefendi 20 yaşlarındaydı. Munise’yi olgunlaştıran sebepler, Tahir’de de zuhur edebilir miydi? İnsanlar nasıl olgunluğa erişirdi? Belki de  Tahir’in bunları düşünmesi bile saçmalıktı. Ama Munise bu düşünceleri bir defa aklına sokmuştu Tahir’in. Ve Osmanlı yıkılmaya yüz tutuyorken Tahir, hayatının inşasına başlıyordu.

Göz yumurta bitmişti hatta kocaman termosundaki çayı da. Bu düşünceler kızı zevkten çıldırtıyordu. Onu bir roka bahçesine atsanız bu kadar mutlu olmazdı. Ama mazi tüm şehvetiyle hep onu çağırır gibi hissederdi. Tahir bey ve Munise hanımı bırakıp çamaşırhaneye yürüdü. Makineyi çalıştırıp yukarı çıktı. Balkondan denizi seyrederken Sokollu Mehmet Paşa Camii’nden çıkan dumanları gördü. Gözleri buğulandı, bu asırlık camii onun için çok farklı şeyler ifade ediyordu. Şimdi bu camiden gördüğü dumanlar onun canını yaktı. Hemen dışarı çıktı, yokuşu inip camiye vardı ki dumanların tam caminin yanındaki bir konaktan geldiğini gördü. Etrafa soruşturdu. Bu civarda sıkça kundaklama oluyordu. Yanan tarihi binalar olunca duman daha bir işliyordu ciğerine. Yine de caminin sapasağlam duruyor olmasına çok sevindi. Yine bir ândan bir âna, çamaşırhaneye koşuyordu.

Sabahattin Ali onun için kalemi çalkantılı bir yazardı. Onun başını döndürürdü. Bir iki satırını hatırladı. “Demek ki hayat iki adım ilerisi bile görülmeyen, sisli ve yalpalı bir denizdi.” Bizler sisleri merak ederiz. Sisin içinde ise yalnız kendimizi görürüz. Fakat o arzuladığımız buğu, bizim ihtiraslarımızın temsili. Bazen kendimize hiç sormadan, hesapsızca adımlarız. Gerçeği biliriz bazen, fakat bunu söylemeyiz. Sanki bizi mecbur tutan bir şey varmışçasına, sanki o macera bize zevk verecekmişçesine koşarız. Belki o ağlayacağımız uçurum, o düşüş bizi ifade eden tek şey. Hep biz niye diyorsam? Sanki biz dedikçe sözlerim kuvvetlenecek. Evet, biz bu avanaklar grubu, evet kuvvetliyiz şimdi.

Güz geliyordu. Artık akşamları tenimize dokunuyor rüzgar. Şimdi bambaşka bir semtteyim. Alışamadığım, belki hiç alışamayacağım. Arşınladığım tüm yollar kayboldu. Sanki bu semtin tüm sınırları çıkmaz sokaklarla dolu. Peki biz yaratabilir miyiz sınırı geçebileceğimiz yolu, kurtulabilir miyiz bu koyu çehresinden sabahın? Zamanın daha yavaş aktığı bir yerdeyim şimdi. Hissediyorum sınırı geçtim yavaşlığın ardındaki kaosu görmüyor gözüm. O yüksek binalardaki irinin kokusunu duyuyorum. Fakat bana zarar vermeyecek kadar uzakta olduğunu düşünüyorum. Şimdi bir vapur kalktı. Genç kızın aklı yine Tahir beye gitti. Sahi Tahir Bey ne yapıyordu, düşüncelerini ne yönde inşa ediyordu, Munise hanımın aklına çakılı kalan sözleri onu etkilemiş miydi? Bulunduğu dönem pek kendisini düşünmesine imkân tanımıyordu aslında. Bazen evine hiç uğramadığı oluyordu. İmparatorluk büyük bir değişim içindeydi, toprak kayıpları üzüntü ve tedirginlik getiriyordu. Denge siyaseti dedikleri vademizi uzatmakla birlikte bizi bir oyuncak hâline getirdi. Bir dünya Savaşı’nın eşiğine sürükleniyorduk. Artık kükreyen bir padişah yoktu. Meşrutiyet yönetimiyle demokratikleşme süreci başladı. Elbette yüzyıllarca bir hanedan idaresindeki ülke bir anda demokratikleşemezdi. Fakat bu çalkantı halkı çok yormuştu. Padişahım çok yaşa diyen halktan, milletin iradesinin yaşayacağı bir düzene geçiş yaşanıyordu. Her ev ayrı bir hikayedir. Daha da derini her birey ayrı bir hikaye taşır. İhtiraslarımızı, tutkularımızı, zaaflarımızı bastırarabildiğimiz ölçüde güçlü görünürüz. İlkeler, prensipler.. olmazsa olmaz fakat yoran şeyler. Tahir Bey çözüm arayışları devrinin geçtiğinin çoktan farkındaydı. Islahatlar sonrası başarısızlığın sebeplerini rapor eden vezirler geldi aklına. Fransız ihtilâli yeni ideolojiler getirdi, yeni fikirler. Şimdi Tahir Bey sonunu tahmin ettiği yıkımı mı düşünsündü biriciği Munise’sini mi? İşte burada daha derini her birey bir hikâyedir dediğim, bizim hikayemiz Munise ve Tahir Bey’di…

Meryem Nalcıoğlu Öztürk

Misafir Yazar

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Cevap Yazın