Seni şimdiye kadar sevdiğim ve bir kere bile görmediğim mevhûm sevgili gibi, hürriyet gibi, refah gibi, şeref gibi sevmek.” (Peyami Safa, ‘ Ölüme Hitap ‘)

(…)
“gizli pazarlıkların mahfillerinde ölüm
onları eliyle koymuş gibi enseliyordu.”
(of not being a jew, savaş bitti, sf.286)

Ölüm ile münasebetimiz başkalarının ölümü üzerinden gerçekleşir ve bunu sahih bir münasebet olarak kabul etmek durumunda kalırız. Neticede biz varken ölüm yoktur, ölüm geldiğinde de biz yokuzdur. Ve dahi var vardır, yok yoktur. Var’da yok, yokta var aranmaz. Aslında bu durum ölüm ile aramıza mesafe koymanın yollarından biridir. Gerekçe sağlamdır ve biz de buna hemencecik hazırızdır.

Ölüm ile aramıza mesafe koymanın en sinsi yolu budur. Meselâ ölüm’ü simgelerden ibaret bir şölen havasına bürümek ve onu kutsallaştırmak da ölüm ile aramıza mesafe koymaktır ama bu ayan beyan böyledir zaten. Yani “ölüm bir tanrının ulaşamayacağı kadar soyludur.” dediğimiz zaman ölüm ile aramıza artık dağlar girmiştir. Ölüm’ün kuru bir edebiyatını yapmak ve onu kutsamak ölüm ile aramıza aşılmaz mesafeler açar.

Peki, ölüm nedir? Ölüm ile aramızdaki münasebet, ölüm’e yaraşacak bir şekilde nasıl kurulabilir? Öncelik ile ölüm, dilimizin sınırlarına bırakılamayacak kadar değerli bir şeydir. Ölüm’ü dilin sınırlarına hapsedemeyiz çünkü günlük hayattaki dil yaşamın olağan ilişkileri için kullandığımız dildir. Bunu biraz daha netleştirirsek eğer günümüzde haberleşme ve bilgilendirmenin yani enformasyonun yegâne aracı olarak dayatılan dil, yaşamımızın olağan ilişkileri içinde kullandığımız dildir. Ve dahi olağan ve alışılmış ilişkilerimiz dışında birtakım ilişkilerimiz de mevcuttur. Heidegger’den öğrendiğimiz üzere Goethe bu başka birtakım ilişkilere “derin olanlar” adını vermektedir. Ve bu “derin olanlar” mevzubahis edilir edilmez başka bir dil işe koyulur: şiirsel dil. Ölüm ile olan münasebetimiz de Goethe’nin tarifi olan “derin olanlar”a dâhildir.

Aslında burada ölüm üzerine bu kısa konuşmak ile yapmak istediğim izahsız bir işaret tayin etmek. Bunun haricindeki ölüm üzerine konuşmaların ölüm ile aramıza mesafe açtığını ve ölüm’ü hafife almamıza sebep olduğunu düşünüyorum. İsmet Özel’in 1980 yılında yazdığı “Üç Firenk Havası” şiirinin “Capriccio Ölüm” kısmındaki şu dizeler ölüm karşısındaki bu hâlimizi hulâsa eder niteliktedir: “(…) ölümle şaka olmaz diyenler/ kıyasıya yanıldılar bu çağda/ taksitle ölüm diye bir roman yazıldı artık/ önce öl/sonra öde denilmek suretiyle/ aşılıp geçildi bu roman da.”

Meçhul cezbeder. Bu bakımdan ölüm’ün de dehşet-engiz bir cazibesi olduğundan bahsedebiliriz. Birçok feylesof tarafından ölüm mevzusu işlenmiş ve dahi günümüz insanının tıynetine uyun olacak bir şekilde bu cazibesinden dolayı üzerinde aforizmalar çalışılmıştır. Meselâ geçen yüzyılın en büyük feylesof’u Heidegger’in Varlık ve Zaman kitabında ölüm gibi çetrefil bir mevzu ciddi bir şekilde işlenmiştir. Bu şahane kitabın esasını ölüm mevzusu teşkil etmiştir. Yine Kierkegaard’ın ölüm üzerine risâleleri mevcuttur. Bu misaller çoğaltılabilir; Hegel, Adorno, Ahmed Hamdi Tanpınar, İsmet Özel, Ahmed Arvasî… Bizzat ölüm üzerine eserleri olmasa da mevzuya değinmişlerdir.

Ölüm’ün cazibesi bir meçhul’e sevk etmesinden kaynaklanmak ile beraber doğduğumuz ândan itibaren ölecek yaşta olmamız ve her ân her şeyin ölüm hükmü ile sonuçlandırılabilecek olması, ki şu ân dahi, ölüm’ün bir diğer cazibesi olduğunu söyleyebiliriz.

Bu girizgâhtan sonra ölüm ile münasebetimiz üzerine ufak birkaç şey söylemeden önce Rainer Maria Rilke’nin, Malte Laurids Brigge’nin Notları eserinden bir iktibas etmek istiyorum: “ Eskiden insan biliyordu (yahut belki de seziyordu) ki, meyvenin çekirdeğini taşıması gibi, ölümü kendi içinde taşımaktadır. Çocukların içinde küçük, yetişkinlerin içinde büyük bir ölüm vardı. Kadınlar, ölümü kucaklarında, erkeklerse göğüslerinde taşırlardı. O vardı işte ve ölüm, onların her birine garip bir ağırbaşlılık, sakin bir gurur verirdi. ”

“Mûtû kable entemûtû.” “Ölmeden ölünüz!”. Çocuk yaştan itibaren öğretilen bir hadîs idi bu bana. Biliyoruz ki ölüm üzerine düşünmek peygamber sünneti. Ve dahi bu hadîs başta mânâ itibari ile öğrenip kenara bırakılacak bir hadîs de değildi. Biz ancak Rilke’nin tasvir ettiği üzere, meyvenin çekirdeğini taşıması gibi ölümü kendi içimizde çocukluktan itibaren taşırsak hem bu hadîs’i öğrenme sürecimizi tamamlar hem de ölüm ile sahih bir münasebet kurarız.

Ölüm ile olan bu münasebetimiz bizim haysiyetli, şerefli bir hayat idame ettirebilmemiz için zaruridir. Eğer biz bu münasebeti başkalarının ölümünün nasıl ve ne biçimde olduğu, hangi hâl üzere olduğu vs. gibi anlıyor ve bunu bir meslek hâline getiriyor isek haysiyetli bir hayata talip değiliz demektir. Ölüm ile ölüm’e yaraşan bir bağ kurmuyoruz demektir. Ölüm bize bu hayatın emanet edildiğini hatırlatır. Yani geri alınmak üzere, geçici bir süre emanet edilen bir hayat. Ve dahi ahlâk sahibi hiçbir insan kendine ödünç verilene, emanet edilene ihanet etmez. Son olarak diyeceğim ise ölüm ile sahih bir münasebet kurduk isek artık hayırlısı ile ölmenin yollarına bakabiliriz demektir.

Not: Bu yazı Hüseyin Alperen Kaya’nın blog yazısından naklen alınmıştır.

Hüseyin Alperen Kaya

Misafir Yazar