Tak, tak, tak.
Ve sonra bir tak daha.
Islak ama ışıklı caddede yürüyorum,
Topuk sesleriyle uyuşmuş beynimi, artık tek kimsesi Allah olan kundaktaki bebek gibi,
Bir kaldırıma hatta belki bir çöp kenarına bırakıp kaçmak istiyorum,
Takip edilmekten korkarak.

Telaffuz dahi edemediğim küfürleri zihnimde ardı sıra diziyorum.
Ne sebeple çıktığı belirsiz,
Ama kuvvetle muhtemel kundak vakası olan kahrolası yangınımı,
Söndürmüyorsa çiseleyen yağmuru suratıma vuran rüzgâr,
Bari bu telaffuz edemediklerim söndürsün diye içimi.
Oluyor mu sanıyorsun, sanma, olmuyor
Kavuruyor kavurdukça.

Onulmaz yangınımı söndürmeye yağmıyor elbet bu yağmur.
Öyle olsaydı incecik mi yağardı?
Öyle olsaydı, keşke.
Öyle olsaydı.
Sönmese de belki sönmüş gibi yapardım, madem bana mahsus.
Bundan öncekilere yaptığım ve mutlak bundan sonrakilere yapacağım gibi.

Islak ama ışıklı.
Öylesine benziyorsun ki gelip geçen iki bacaklılara.
Islak ama ışıklı.
Ama ıslak.
Ama ışıklı.

Tam da bu ıslak ama ışıklı caddeden geçen tüm iki bacaklıları durdurup sormak isterdim,
“Nasıl” diye.
Nasıl?
Biliyorum sizin içinizde de onulmaz yangınlar yanıyor,
Biliyorum siz de gebesiniz amansız bir cinnete,
Kiminiz henüz iki ay,
Kiminiz dokuz ay dokuz günlük üstelik.
Biliyorum sizin de bu sakin ve belki şuh kahkahalı diyaloglarıızın alt yazısından küfürler
akıyor,
Biliyorum.
Bilmesem de görüyorum,
Gözlerinizin kılcalları kıpkırmızı, hiç yoksa işte bunu görüyorum.
Görmesem de hissediyorum, evet, hissediyorum.
Muhtemel ki hissetmek hepsinden daha kesin, net, ağır.
Peki, nasıl yapıyorsunuz bu sakin sakin gülümsemeleri?
Ya bana da öğretin bunu ya da bırakın artık bu riyayı.

Hey iki bacaklılar!
Yalnızca güneş batarken ve muhteşem bir zamanlamayla tam orada bulunan o pembe buluta
sevinmeyeli uzun zaman oluyor.
Uzun zaman oluyor herhangi bir kuşun muazzam süzülüşünü izlemeyeli.
Uzun zaman oluyor göğe gülümsemeyeli sebepsizce,
İnanın, uzun zaman oluyor.
Ulan siz bunu nasıl yapıyorsunuz, anlatsanıza.

Bakma delinin dahi etmeyeceği sözleri ettiğime.
Bu ışıklı ama ıslak caddede durmak bilmez esen rüzgârın aynısı kafamda da esiyor.
Bakma ben bu kadar karamsar ve bu kadar kötümser değilim.
Yalnız bir de şu ışıklı caddelerin ıslaklığını tüm gerçekliğiyle suratıma mermer gibi çarpan
rüzgâr olmasa.

Ama ıslak, ama ışıklı caddelerin tüm ıslaklığını, sancısını, ağrısını suratıma mermer gibi
çarpan rüzgâr,
Sadece caddelerin ıslak sancısını vurmuyor yüzüme mermerden farksız.
Aynı zamanda şu an ve hatta hiçbir zaman telaffuz etmeyeceğim birtakım şeyleri de vuruyor
yüzüme.
İnce uçlu matkap muntazam işçiliğiyle dövüyor tüm kemiklerime,
Zihnimde dönüp duran, Yaşar’ın şu şeytan ayetini
“Çın çın ötüyor yüreğimin kökünde şu dünyanın ıssızlığı,
Tanrı kimsenin başına vermesin böyle bir yalnızlığı.”

Bakma böyle tek mermilik beylik tabancasını şakağıma dayarmışçasına ettiğim laflara.
Bakma dağın eteğinden kendimi aşağı bırakma planlarıyla,
Ve bu planlara rağmen korkutucu sakinlikte uçurumu izlercesine ettiğim laflara.
Muhteşem tertip edilmiş ve başarıyla sonuçlanacak kaçınılmaz bir intihara yürür gibi deli
sakinliğindeki bakışlarıma hiç bakma.
Acı kahvemi demler sakin sakin işime bakarım ben.
Bakma bana.
Ne olursun bakma.

Senânur Duman

Misafir Yazar

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Cevap Yazın