Torbaları mutfağa bıraktı, mantosunu astı, aldıklarını yerlerine yerleştirirken uğulduyordu zihni.
Odaya giderken ‘dokuz yıl’ diye tekrar ediyordu içinden. Zamanın üzerimizde tepinen acıyı sakinleştirirken hızlıca ne uzun mesafeler aldığını, anımsamanın aynı acıyı yanı başımıza yıpranmış bir fotoğraf gibi geri getirdiğinde anlıyoruz. Anlıyoruz yaptığımızın yaşamak değil bir yerinde saymaya denk geldiğini.

Odaya girdi, geçti kanepeye oturdu. Oda düzenliydi, evde çıt yoktu, tam bu anda elini oyalasın aklını meşgul etsin diyeceği bir şey bulamadı. Yanında biri olsa havadan sudan olsun konuşur bu tekrar eden sessizliği bozardı belki. Ama eşya onun etine batan bu çınlamayı derinleştiriyordu. İlk ne zaman fark ettiğini hatırlayamadı derin bir sessizlikle gelen baş dönmesini. Bütün bir senfoninin en tepe noktasında birden durması ve sağır olmuşçasına hiçbir sesin kulaktan içeriye ulaşmaması gibi gelen bu duraksama bir renk cümbüşü içinde döne döne düşmeye sebep oluyor sanki. Kanepe, halı, perdeler, pencereden giren ışık, dışarıdan gelen sesler, saat, kalp atışları, zihninde devam eden tekrar… Artık hepsi
gözünün önündeki bir sarkaç gibi.

Uzandı. Henüz biraz vakit geçmişti ki kapı çalındı, içindeki sıkıntıyla beraber bir felaket haberinden korkarak gitti kapıya. Ama kapıda kimse yoktu. Yanlış mı duymuştu acaba? Belki de bir çıtırtıyla olsun bozulsun istediği eşyanın saltanatı yüzünden kapı çalındı sandı. Kapıyı açıp dışarı göz gezdirdiğinde aynı zorbalığa çarptı gözü. Dünya sessizliğin bu kesif karakteri altında eziliyor, zaman yavaşlıyor, iki adım arasında bir insan ömrü kadar vakit geçiyordu. Kapıyı kapatıp odaya dönmesi ona o kadar uzun gelmişti ki hala aynı gün içinde olduğuna şaşırdı. Günün erken vakitlerinde yaptığı her şey aradan çok uzun bir zaman
geçmiş gibi uzak görünüyordu. Gündelik hayatı anlamlı kılan o yarı bilinçli süreklilikten bir an için kopmuştu ve bu aralıkta yılların sığmakta güçlük çekmeyeceği boşluklar bulmuştu. Normal hızda hareket etmesine rağmen hareketleri ona yavaş geliyordu, aklından geçenlerin hızı ve çokluğuna ise yetişemiyordu. Sürekliliğe yeniden yetişip katılır gibi olduğunda kapı çalınmasına
neden telaşlandığını düşündü. Neydi onu bir felaket beklentisine sokan, ürkek bir yaşamı nereden edinmişti? Ortalama bir hayatı, şikayeti hak etmeyen bir dünyası vardı. Kimi zaman neşeliydi kimi zaman nereden geldiğini bilmediği hüzünler kuşanırdı. Başka türlü olmanın imkanlarını düşünür, geçmişe dönüp ihtimalleri yoklardı bazen. Hep bulunduğu yerden, olduğu kişiden razı olduğu sonucuyla çıkardı bu tünelden. İçindeki bu sebepsiz duyguları öpüp başına koyardı.

Ömründe bütün bu alışılmadık şeyleri bağlayacağı birkaç olay vardı. Çoğu kez bu
olaylarla hesaplaşırdı. İnsan bir şeye kani olunca karşılaştığı her şeyi o kanaatine dahil ediyor. O da dönüp dolaşıp aynı yerlere çarpıyordu. Dokuz yıl önce ilk çocuğunu kaybetmiş, kısa süre sonra yolculuğa çıkmış, üzerine yıkılan bu hayatın içinden yenisine niyetlenmişti. İnsan sevdiklerinin ölümünden sonra sinesinde bir mezar taşıyla dolaşmaya başlıyor. Gözleri fırsat buldukça dalsa da bu soğuk mermerin ürpertisi sürekli uyanık tutuyor gövdesini. Hiçbir sıcak duygunun aşırılaşmasına izin vermiyor.

Zamanla içinin bu yeni döngüsüne alıştı. Yeniden çocukları oldu, başka sıkıntıları ve mutlulukları. İnsan bu, yıkılsa da yeniden inşa ederdi yüreğini. Kadın pencereden esen hafif rüzgarın yanağında gezinmesiyle içine buruk ama umutlu
bir duygu bırakan rüyasından uyandı. Nerede olduğunu kestirmeye çalışırken çalan kapı ziliyle ayaklandı ve kapıya gitti. Gelen kocasıydı.

Ahmed Ekici

Misafir Yazar

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Cevap Yazın