Nereden geldiği bilinmeyen sis bir gün önce gün batımında boğazı ve sahil hattını kaplamıştı. Bir anda ufukta belirmesi bir yana, tam olarak neyden oluştuğu konusu bir muammaydı. Fakat gözlemleyebildikleri kadarı, Dünya’ya çok uzaktan geldiği teorilerine çıkış noktası vermeye yeterliydi.

Bu sisin deriye temasında veya solunması durumunda ortaya çıkardığı bir sağlık sorununa rastlanmamıştı. Görüş alanını Dünya’da görülen benzerlerine kıyasla daha fazla kısıtlaması harici görüntüsünde vatandaşı şüphelendirecek bir farklılık yoktu. Bununla birlikte kablosuz iletişim dalgalarını soğurarak geçersiz kılacak kadar yoğundu. Beklenmedik bu etkilerini öngöremeyen birçok insan sonraki sabah sis kalkana kadar evlerinin dışında olan bitenden bihaber, mahsur kaldı.

Durum böyle olunca, sis esnasında denizde olan araçlar güvenli bir şekilde kıyıya yaklaşamayacakları gerekçesiyle çapa attılar. Bir sonraki sabah sis kalktığında bir vapur hariç her araç yerli yerindeydi. Kayıp vapurun konumunu bulduklarında kafalarındaki sorulara bir yenisi daha eklendi: Batum açıklarında görünen bu vapur, 24 saat bile geçmemişken buraya nasıl gelebilmişti?

GPS ile konumlarının takip edilebilir olması sisin etki alanı içinde olmadığını düşündürüyordu fakat yolculara da mürettebata da ulaşılamıyordu. Durumu anlayabilmek ve yolcuları ailelerine ulaştırabilmek adına, yine İstanbul’dan bir gemi yola koyuldu.
İki gün sonra gemiye ulaştıklarında karşılaştıkları manzara, iletişim kopukluğunu açıklıyor fakat kalan her konuda cevaplanması güç birçok soru doğuruyordu. Mürettebat da dahil herkes ilk bakışta bir arada, daha dikkatli incelendiğinde ise “bir”di. İyice yaklaşmadan bedenlerin nerede başlayıp nerede bittiği ayırt edilemiyordu. Tek bir organizma gibi hareket eden bu kalabalığa yaklaşmak ise pek güvenli görünmüyordu. Aradaki mesafe azaldıkça tehditkar sesler çıkarıyorlar, hiddetli bakışlarını yaklaşana çeviriyorlardı. Uyarı maksadıyla ürettikleri bu sesler harici iletişim kurulamıyordu. Sözlü iletişime cevap vermek bir yana göz teması dahi kurmuyorlardı. Bir arada hareket ettiklerinde ise her nasılsa konuşmadan organize oluyorlardı, sanki düşünceleri beyinleri arasında hareket etmek için sözlere ihtiyaç duymuyor artık. Beyinleri ve benlikleri arasındaki sınırlar bulanıklaşmıştı.

Durum İstanbul’a bildirildiğinde konunun ailelere ve medyaya yansıtılmaması kararına vardılar. Bunun için organizma adını verdikleri bu varlığı saklayabilecekleri, kullanıma kapalı ve gözden uzak bir hastaneye yerleştiler. Doktorlar, nörologlar ve psikologlar bir süre bilimsel bir açıklama ortaya çıkarmakla uğraştılar fakat çabaları sonuçsuz kaldı. Ellerindeki bilgiler gördüklerinden ibaretti: Organizmanın parçaları günde iki kez içerden dışarı hareket ederek bir dönüşüm sağlıyordu. Verilen yemekleri ise dışardan içeri taşıyarak bir insandan beklenecek şekilde tüketiyorlardı. Anestezik gazlara cevap verdiğini keşfettiklerinde, parçalardan birisini gruptan ayırarak tomografiyle vücudunu incelediler. Onu insandan ayıran bir bulguya rastlayamadılar. Anestezinin etkisi geçmeden parçayı aldıkları yere geri bırakıp organizmanın tamamına elektrotlar bağlayarak farklı bir sonuç aradılar. Fakat parçaların vücutları, uzaylı bir bütünü oluşturmaları harici anormallik göstermiyordu. Çaresiz, daha deneysel yöntemler üzerinden keşiflerine devam ettiler.

Yemek olmayan hiçbir nesneye ilgi göstermeyen bu organizmanın canlılarla kuracağı ilişkileri incelemek, onu tanımak için bir fırsat olabilirdi. Deney hayvanlarını, bulunduğu odaya bırakarak tepkisini incelemeye koyuldular. Organizma bu hayvanların varlığını tanıyor fakat etkileşime geçmiyordu. Hayvanlar temas ettiğinde organizma bunu fark ettiğine dair bir tepki göstermiyordu fakat temasta bulunan hayvanlar panik halinde odanın içinde koşuşturmaya başlıyor, kapı açıldığında ise odadan büyük bir hızla kaçıyorlardı. Bu gizemi çözmek için son seçenekleri içeriye bir insan göndermekti.

İlk insan denek içeri girdiğinde organizmanın ilgisinde bariz bir farklılığa rastlandı. Deney hayvanlarının yakınlaşmasına ve hatta temas etmesine tepki vermeyen organizma, insanlara aynı muameleyi göstermiyordu. Vapurda bulunduğunda verdiğine benzer bir tepkiyle yaklaşıldığında hırlıyordu. Deneyi oturumlara bölerek bu hırçınlığı aşabildiler. Zamanla deneğin zararsızlığını fark eden organizma giderek yakınlaşmasına, en sonunda da dokunmasına izin verdi. Bu temas anında denek, kendinden önceliklere benzer bir tepkiyle odanın organizmadan uzak bir köşesine kaçtı. İlk anın şokunu atlattıktan sonra ise organizmanın yanına dönerek tekrar elini uzattı, bu süreçte kulaklığından kendisine yöneltilen hiçbir soruya cevap vermiyordu.

Denek organizmaya değdiğinde; sisin geldiği gezegeni, gittiği yerlerde meydana getirdiği yıkımı gördü. Kullanabileceği kadarını yutuyor, kalanının yok oluşuna göz yumuyordu. Dünyadan neden hiçbir şey almadığını merak eder etmez bu düşüncesini karşı tarafın duyduğunu hissetti, cevabını da çok geçmeden aldı. Teması kesip diğerlerinin arasına döndüğünde anlatma yeteneği elinden alınmış gibi sadece sorularını dinleyebildi. Ne konuşabiliyordu, ne yazabiliyordu. Öylece bildiklerini aktarmaktan aciz sorularını dinledi, bir süre sonra da komaya girdi. Daha önce organizma üzerinde yürütülen testler bu sefer deneğe yöneltildi fakat yine cevapsız kalındı. Bu olaydan sonra deney tekrarlanmadı.

Deneğin gerçekleşeceğini öğrendiği işgalin vakti geldiğinde, kendisi çoktan ölmüştü. Sis emanetini almak için geri dönmüştü ve olacaklardan habersiz insanoğlu, organizmayı saklamaya devam ediyordu. Bakımını sürdürmüş olmalarının sonlarını değiştirmeyeceğinden haberleri yoktu, bilmekten de uzun süre önce vazgeçmişlerdi…

Can Danyel

Misafir Yazar

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Cevap Yazın