Duyulası bir söz dedimse şayet bir güzel duyan buldum da dedim.

– Dedim ki ‘münbit bir dil öncesini özlüyorum.’ Çünkü kuraklık vurunca içimden bile konuşamam gibi geliyor bana. İşgal dil öncesinden başlıyor ve söz, mağlup olmuş ülkenin elçisi olmayı cisme kavuşmuş olsa bile beceremiyor. Söylemiş olmak dile gelmek anlamına gelmiyor her zaman.

– Beni hayatından çıkarmana alışkınım, bir zamandan sonra mecburiyet idi belki de bu. Sana ulaştıysa dışarıdan ulaştı sesim ama sesimin ulaşması, senin duyman dinlemen dışarıyı feshetti. Her dışarı çıkmamın boşa oluşu benim seslenmemin, senin duymanın sonucu. Ama sesimin ulaşmasını sağlayan sebep hayat birliği değil geçmiş ortaklığı idi. Anlaşıyor olmamız artık bir taş donukluğunda ve sadece bizde mevcut olan geçmiş sayesinde idi. Ama sen geçmişi feshettin, beni oradan dışladın veya ortaklığımızı böldün. İlk anda tutan maya bozuldu, tohumdaki süreklilik sekteye uğradı. Toprak verimsiz mevsim dalgalı idi ama tohumda ilk meyve mevcuttu. Artık değil. Ne sesim ne sözüm ulaşır o yüzden. Ne sen duyarsın ne anlaşabiliriz. Bu ülkenin yasası sınırları kimi zaman zorlansa da feshi kabul etmez.

– Bu bir hak soruşturması, peşi kovalanan bir hesaplaşma mı? Bu ülkenin sınırları içinde bir yanımızla var olmamız bize bu hakkı vermez mi? Hiçbir şey değilse bile içimden konuşabileceğim bir muhatabım kalmadı diye yakınamaz mıyım ki bence kuraklığın adıydı bu. İçimden geçen sözleri bile duyuyor diye umduğum duymadığını söylerse hatta istemediğini hangi iştiyak beni dile getirsin?

– Dile gelemiyorum. İnsanı ne söyletir; bir şey söylemeye bahanesi nedir insanın? Gündelik kıvranışlar yani ancak uyarı levhaları kadar işlevi olan konuşmalar dışında neden bir şey söyler? Ve konuştuğunda eğer aynı-benzer şeyler çıkıyorsa dilinden bunun anlamı nedir? İnsanı ne söyletiyorsa o kaybolmadan önce dilinin ucunda kalanı mı didikler sürekli? Böyle bir didiklemenin üstümüzdeki cebri sessizliği mi derinleştirir? İnsanın mekanı neden dilucu olarak göründü bana?

– Savurgan hoyrat bıçkın duygular… Söylendiğinde hiçbir hissi berkitmeyen sözler… Yılgın hesaplaşmalar… Unutkan gülümsemeler… Hafız ağrılar… İntikamı olmayan öcü alınamayan kin tutmayan hatıra iklimleri…

– Pencere demirinde serçe ötüyor. Ötede ağlayan bir kedi. Kimi çağırıyor bu kuş aceleci seslerle. Sustu. Geleni gözlüyor. Yavaş seslerle başlayıp artan bir fasıl daha. Sessizlik. Uçtu gitti. ‘Kalp’ anlamına gelirmiş ‘serce’ Lehçede.

– Gönlümüzü buruk bir çağıltıya emanet edip geçelim madem günleri. Günler nasılsa kavilleştiği ufkun iştiyakiyle koşar adım. Bizi de taşısınlar oraya. Belki güneşin batışıyla söner yanan dağlar denizler.

– Ali demişti ki ‘yüreğimdeki bütün yüzler sana dönüşüyor.’ Bunu biliyorum. Bir fotoğraf albümüne ‘nostalgia’ deyip çeşitli yaşlarımı biriktirmiştim. Hiçbirinde ben yoktum, biri dışında. Sonra onu çıkardım. Yanındaki insanları, bulunduğu yeri bildiğim tanıdığım bir yabancı kaldı fotoğraflarda. Onu tanımaya çalışıyorum ama laf aramızda ahmağın teki. Yine de hatırlattıklarından dolayı seviyorum onu.

– İçimde benim sesimi kullanıp konuşan insanlarım var. Ben yine de yalnızım.

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Cevap Yazın