Sırtına yazgısını alıp binlerce cümleyi kenar mahallenin delik deşik yollarında düşürmeden ve çamura bulanmadan taşımak, yolun her santimine döşenmiş anne dualarıyla mümkün hale geliyor. Arnavut kaldırımlı sokaklardan ve döşenmiş duaların korumasından, toprağın bağrına hançer gibi saplanan binalardan uzaklaşıyoruz. Anılarımızı ektiğimiz binaya uzaklaşırken bakıyorum. İçimde Hz. Nuh’un gemideyken oğullarına baktığı anki hüznü var sanki. Öznur apartmanı elveda, iki artı bir içine sığdırılmış çocukluğum sana da elveda arada gelip yoklayacağım. Rüyalarıma bile misafir olacaksın yine de elveda. Kamyon kasasında babamın yasaklı kitapları, koynunda bir anne gibi bizi saklayan yüzleri çiçekli yer yatakları, kıyafetler, radyo, kasetler hepsini sığdırıyoruz. Ağıt gibi bir korna ile düşüyoruz mahallenin nüfusundan.
Yeni mahalleye varıyoruz, kamyonun kapağı açılıyor. Mimariden ve devletten uzakta alelacele dikilmiş evlerin içindeyiz. Kocaman depoların, üstüne ev diye dizilmiş odalar. Mahallenin tamamı başımızda bir çatımız olsun diyen mütevazı bir mülk içinde. Buğday pazarı yakınında olduğu için tüm evler depo niyetiyle yapılıyor. Yüz yıllık kalkınma planlarına anca dahil edilmiş durumda, şehrin görülmek istenmeyecek kadar en kenarı. Uzak bir ülke gibi medeniyet. Okul; çamurlar içinde bir bina. Okul yolu elleri dövmeli (deq) annelerin dualarıyla döşeli. Mecburi hizmetle gelmiş öğretmenlerin gözlerinde bir acımayla, uzaktan uzağa eğitim sürüyor. Teneffüsler daha renkli. Bahçede top oynayan çocuklardan birinin çamurlu topu değiyor öğretmenlerden birinin reklamlarda pazarlanan temizlik ürünlerindeki kadar beyaz gömleğine, çağırıp tokatlıyor. Teselli ediyoruz, suçu çamura atıyoruz. Hırs; kenar mahalleli çocuğun nasırlı ellerinde çoğalıyor. Simit tezgahlarında, sanayi sitelerinde virüs gibi çoğalıyor. Okul mecburi hizmete dahil, mecburiyetimize renk gelsin diye şehir merkezine geziler yapılıyor. Kütüphane; senede bir yıllık ödev için gidilen bir bina. Kütüphane kapısından her an kovulacağım hissi ile kalbi ağzında iki cümle kurup içeriye alınmadan sorguya tutuluyoruz. Okulu, mahalleyi tarife başlıyoruz. Hayvan pazarı, buğday pazarı başlıyor tarifler. Kapıdaki görevli içeriye alıyor ve bizi insanlardan uzağa götürüyor. Mahalle gibi dünyanın kenarına inşa edilmiş gibi en kenara yerleştiriliyoruz. Görevli istediğimiz kitapları verip, arada azara gelmek için gidip geliyor. Fotokopi makinesinin bile lüks olduğu dönem, ödevler elle yazılmak zorunda. Yazının bir nevi ameleliği yapılmak zorunda. (üstüne bir gece kondu kondurur gibi alelacele yazılmak zorunda) Kitaptan deftere, yoksulluğunu dantel oyalarıyla işleyen, genç kızlar gibi yazgımızı işliyoruz. İki ters bir düz, umut dokuyoruz. Bir şairin biyografisini yazıyorum. Üşengeç mezar taşı işlemecisi gibi kısa ve öz cümlelerle işliyorum. Ellerimde cümlelerin ve bir şairin ömrüne şahitliğin yorgunluğu, gözlerimde milyonlarca cümlenin içinde olma şaşkınlığı. Kütüphane görevlisi tez elden şairi öldürmemden yana, azar işitme korkusuyla şairi kan akıtmadan öldürüyorum. Ellerimde ağrı, ayaklarımda akılsızlığımın şahadeti. Ceza çektiriyorum kendime yine de aklım şairin ölümünde “bunu günahtan sayma Allah’ım”

İbrahim Tekpınar