Annem kar çok severdi. 1987 senesinde İstanbul’a çoook uzun süre yerden kalkmayacak bir kar yağmıştı. Çocuğum ve boyumca yağan bir kar… Acıbadem yokuş memleket. Baba işe gitmiyor, çocuklar okula gitmiyor, bakkal açılmıyor. evde ne varsa yenip bitirilen, gece yarılarına kadar poşet leğenlerle kayılan, kestane gürgen palamut sobada. Böyle bir kış…

İşte bu kar yağışı beklentiyi öyle yükseltti ki annem her kış, o kışı bekledi. Un yığdı, şeker yığdı, kışlıklar hazırladı. Karın çok yağması ve evde mahsur kalmamız gibi -sevinç kaygı- arası bir beklentiyle nice kışlar geçirdik… öyle bir kış bir daha gelmedi…

Evet, gelen her kışı zevkle bekledik… gece yağan süpriz kara, bembeyaz bir sabaha uyanmaya, küçücük mutlulukların sahibine şükretmeye… hepsine vesile olan, Yaradanın sonsuz, eşsiz tasarımı bir kar tanesiydi. Bir taneydi, benzeri yoktu…

Annem yine kar taneleri ile aramızdan ayrıldı. Onu orada bırakıp eve geldiğimizde, üstünü örten bir beyaz battaniye olmuştu şimdi kar. Islanmış ayakkabıları soba arkasında, bizleri koynunda ısıtan annemiz sonra gitti karlarla. Kar tanelerinin sahibine.

Kar bu yüzden yeniden buluşmanın, o soğuğun ardından beliren yaşamın, beklemenin adıdır.

“Acıları örtmede kar gibi ol.”

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Cevap Yazın