İman bir nurdur, bir aydınlanma eylemidir. Aydınlanma, ancak karanlıktan sonra olur. Mevrus bir günah kurgusundan uzak olsak da, varlığımızın kökenleri karanlık ve “bir şey olmamaya” dayanır. Bu, özsel bir “yoksunluk” halidir: sınırsız muhtaçlığın sınırlı ifadesidir insan. Bu fakirlik, atalarımızdan miras aldığımız insani bir zaaf olmaktan ziyade, el-Gani olanın bizi ezelde niteleyişidir.

Yeryüzüne halife kılınmamız, tıpkı iman nuru gibi üzerimize giydirilmiş bir kisvedir, kazanılmış ya da özsel değildir, el-Vehhab tarafından verilmiş, hibe edilmiştir. İnsanlığın külli ve küllü aklı ne çıkarıma varırsa varsın, hümanistik kavramlar ne kadar şaşalı süslemeler yaparsa yapsın, insan pek az zaman “atılmış bir sudan” gelmekten öte bir niteleme ile nitelenebilir; çoğu durumda o, çevresel, toksik bir atıktır. Toprak ise en şefkatli anadır, doğurduğu habis ruhları, nurlu evlatlarından ayırmadan bağrına kabul eder. O ruhlar, gömülürken kirece bulanası ruhlar.

Anlaşıldı ki iman bir sıyrılma ve kopuştur, öteki olmaktır. Bu yüzden iman, karanlıktan sonra yapılan bir tercihtir. Bu bir bilinmezliğin tercihidir, çünkü iman ancak “gayba” imanla ulvi bir tavır takınma haline gelir. Dolayısıyla müminin hali çok gariptir, hem karanlıktan sonra bir tercih yapar, hem de kendisi için yine bilinmez olana, gayba iman eder. Delice bir çıkıştır bu. Kökenleri ile kuruntusuz bir alay ediştir, sebebinin farkında olmadığın bir yöneliştir. İnsanlık bilimin, bilmenin peşinde koşarken, o bilinmeyenin bilgisine tav olmuştur. Onun derdi bilmek değildir, bilinmeyene giden yolda kutlu bir oyalanmanın zevkine varmaktır.

Ve Sonra iman bir boyanmadır, o’nun boyamasıdır, kemiklere kadar işleyen. Ardından mümin bir boyacı kesilir, oraya buraya çizgiler çizer, bunlar planı Önceden verilmiş çizgilerdir, sınırları bellidir, küfür ile imanın arasını, doğu ile batı arası kadar açan çizgilerdir bunlar. Küfür ise, kelime anlamı gibi, bir örtmedir. Müminin açık seçik çizdiği çizgileri Örtmek ister kafir. Sınırsızlık ister. Mümin ise ruhu sınırsız olandır, bedeni el-Hakim’in çizgileri ile sınırlansa bile.

Bu anlamda iman nurunun bir insanı koyacağı en yüce makam, Arabca ifadeyle, abd-i mahz, “salt kul” olma makamıdır. Bu salt oluş, içinde efendiliğin, “rububiyetin” kokusunun bile bulunmadığı bir boyun-eğiştir. Öyle ya, müminin nitelenebileceği tek “mutlaklık” bu saflık ve katışıksızlıktır. Sloganvari bir ifadeyle, “işte din budur”. Öte yandan, kul-olmak halinden çıkan hiçbir insan yoktur. O zaman nedir mümini farklı kılan?

Mümin, farkındalığı ile farklı olur. Bu farkındalık, ehil olmayanların ağzında esas anlamını kaybeden “zikir” ile kendini bulur. Zikir bir hatırlama değil, unutmamadır. Eğer kalbe girerse, sahibini aciz kılar, o’ndan başkasını hatırlama konusunda mümin artık güçsüzdür. Ortada bir hatırlama çabası varsa, o’nu değil, bir an olsun o’dan başkasını anımsayabilmeye çalışmaktır, Öyle olmalıdır. …

Kul olmak budur. Aslında sonu olmayan ve farkında olunsa ve farkına varılsa, tadı her zaman damakta kalacak bir arzudur.

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Cevap Yazın