feleğin çarkına çomak sokmak deyimini yaşadığımı anlıyorum uzun zaman sonra. yaşım dört-beş ha var ha yok. hikayeler daha çok ha yok kısmından başlar. helalar dışarda olurdu eski evlerde. hala öyle evler var çok şükür. içerisinde bir hayat döndüğüne şahit olduğumuz,
avluları olan evler. neyse rahmetli dedemin sakalları artık ağarmış, zamanında tek başına
üçlü pulluğu kaldırıp römorka attığı heybeti ağırdan çökmeye başlamıştı. kanserin de canını
yakmasıyla hırsını çıkarmaya yer arıyordu sanırım. arılar helanın girişinde kendilerine yuva
yapmışlar. “hayvandır, aklı yoktur.” diye öğrettiler bize. sanki çocukların çok aklı var. namaz
vakitlerinde sabırsız bir mümin olan imam dedem de aceleyle son abdestlerinden birini
almaya geliyordu. elimdeki değnekle arıların yaptığı peteği öyle bir kurcalamışım ki arılar
ısıracak yanak, vuracak düşman arıyorlar. ben de durup izliyorum olup biteni. çocuklar
böyledir. yaptıkları işi öylece izlerler. suç nedir bilmezler. bilseler dahi yaptıklarının başından
bir an olsun ayrılmazlar. çünkü onlar sadıktırlar eylemlerine karşı. namazın vaktini kaçırmak
istemeyen dedem önce beni sonra düşmanını bekleyen arıları gördü. “sen mi yaptın?” dedi.
hayır, diyecektim. inkar edecektim. edemedim. fırsatım da olmadı. iyi ki de inkar
edememişim. üç adamın elini toplasan onun bir eli etmeyecek elleri vardı. yıllarca çiftçilik
yapmış avucunun içinde neredeyse nasırsız yer olmayan o el ağzımdan çıkamayan hayırdan
daha hayırlıydı yüzüme çarparken. ilk inkar edemeyişimle arıların yuvasına çomak
sokulmayacağını anlamıştım.

şimdi bunları niye anlatıyorum. şimdiki çocuklar deyip suni gözlemlerde boğmayacağım sizi.
hayatla yoğrulmuşuz da değerini bilmiyoruz. gerçekten yoksulluk içinde büyüdüm. giriş
kapısından mutfağa ordan salona ordan da salonu bölen bir yatak odası duvarı ve onunla
bitişik helası olan ahırdan ev yapılma bir yerde büyüdüm. bakmayın böyle saydığıma
toplasanız yetmiş metrekare bile gelmez. ama içimiz hep ferahtı. çocukluk işte. yoksul
edebiyatı yapmıyorum. mevzuya gelemiyorum. gelmemeye ant içmiş gibi bazı şeyler.
ne zaman alındığını hatırlamadığım kendisi yeni fakat ne hikmetse anteni kırık bir radyomuz
vardı. ne zaman canımız sıkılsa babamın kasetlerini takardık o radyoya. her şey o kasetlerle
başlıyordu sanki. zaten yerimizde duramıyorduk onları dinleyince de zıvanadan çıkıyorduk.
içimizde adını koyamadığımız dört nala koşan heyecanlar oluşuyordu. “bir güneş doğuyor bir
güneş cezayir’de bir güneş doğuyor bir güneş filistin’de.” işte böyle başlamıştık feleğin
çarkına çomak sokmaya. ya da sanmıştık diyeyim.

dışarda yangın varmış da haberimiz yokmuş. bir sabah amcamı uyandırmaya gittiğimde
sakalları yoktu. bir sabah uyandığımda dedem yoktu. bir sabah uyandığımda molozlar
altında bir çocuk. bir sabah uyandığımda “biz kazandık artık korkma sırası onlarda.”
diyorlardı bizimkiler. bir sabah uyandım usame bin ladin. bir sabah uyandım ırak’ta amerika.
artık uyanıyordum sabah olunca. evet bir güneş doğuyordu her gün ama nereye? baba
diyordum, “filistin nere, cezayir nere?” “büyüyünce öğrenirsin, acele etme.” diyordu bana. ya
büyümeseydim ya da öğrenmeseydim, diyemedim büyüyünce.

velhasıl zulüm ne zaman zulüm olur biliyor musunuz? zalimlere dost gibi davranıldığında.
bunu öğrenince kırık antenli radyoyu da kırası geliyor insanın. yalancı kasetlerin canı
cehenneme diyorsunuz. dört nala koşan heyecanlarınızı da asıyorsunuz sonra kendi
ellerinizle. tüm bunların üstüne bir güneş doğuyor bir güneş batıyor. feleğin çarkına çomak
sokulmuyor, arılarınkine hiç. anlıyorsunuz.

Enes Kocaaslan

Misafir Yazar

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Cevap Yazın