yaşamın kaygılı sorgusu
yerini bilmediğim şehirlerde yaşıyor, adını bilmediğim diyarlardan geçiyorum.
aklımı son kez kaçırdığımdan bu yana iki yaş büyüdüm,
ayaklarım daha çok yorulur, kafamın içindeki ses hiç susmaz oldu.
çeşit çeşit otlar kokluyorum.
bir tepenin başına oturup koca bir ovayı izlemek,
çarpık yapılaşmış binaların arasında kaybolup giden ömrümü izlemekten daha akılcı geliyor.
çeşit çeşit çiçekler kokluyorum bu aralar.
her aldığım farklı kokuyu, farklı bir sevdiğim insana benzetiyorum.
keşke fesleğen olsaydım da insanlar beni koklasaydı,
dokunanın elinde, koklayanın burnunda, bir toprak parçasının yüreğinde yaşardım.
toprağın içinde yaşamak, üstünde yaşamaktan daha çekici geliyor bu aralar.
en son ölmeyi düşündüğümden bu yana dünyayı elli bin arşın adımladım.
ne kadar çok kalbim kanarsa o kadar çok yaşamaya başlıyorum.
düştükçe kalkmanın zorluğu, keşkelerimin zorluğuyla ölesiye yarışıyor.
saçma dizilerden,
saçma dizelerden,
saçma bize ne’lerden sıkıldım.
herkes bir kedinin başını okşasa keşke,
belki aç sokak köpekleri doydukça,
serçeler kana kana su içtiği zaman,
hani olur da nesli tükenmez ya hayvanların,
ten renklerinin önemi kalmaz,
cinsiyetler ayrım yapmak için kullanılmaz,
inananla, inanmayanın aynı kefede olduğu anlaşılır,
neyse.
benim kendi dertlerim bir dünya, dünyanın dertleriyle baş etmek istesem kaç dünya eder?